19 Kasım 2008 Çarşamba

Haftanın Konuğu

Obama! Çarşamba sabahı güne kalktım, yoğun bir gün olacağını bir akşam evvel planlayarak planlı saatte yatmıştım. Umut vaat etmeyen maksadım o planlı saatte uyuya kalmaktı; ama düşünselliğime işleyen disiplin mekanizmaları aklımda oluşan hayal kabarcıklarına egemen olamadı, uykum planlandığından geç geldi yorganımın altında. Sabaha kalkarken alarmı son dakikaya kadar erteleyen insan hali, son kez çalması beklenen alarmdan önce evin bir başka köşesinden açılan TV ile bozguna uğratıldı, ve bütün planlar hayatın kendi sıradan kargaşasında teker teker suya düştü.

Obama’nın seçildiği aklıma TV’nin açılmasıyla gelen ilk düşmeydi, düşünceydi. Ilerleyen dakikalar düşmeyi, düşüncemi, doğrulamış ama pek de bir şey hissetmedim. Okula giden ilk shuttle’ı yakalama kaygısıyla fırladım. Shuttle’da daha öncelerden ekonomi dersini aldığım çok sevimli bir hoca, benim favori gazetemi okuyordu… Biraz “vaay bizim Hoca da TARAF okuyor!“ şaşkınlığı ve aidiyet hissiyle:

-Hocam, Obama kazandı!

-Evet, izledin mi konuşmasını! Ne heyecan ama!

***********************************************************************************

Küçükken okulda kola kutularıyla futbol oynardık. Hiç anlamazdım neden illaki kutuyu ezdiklerini, oysaki daha bir ayağa gelen top gibiydi kutunun kendi hali benim için, ezilmiş haline kıyasla… Neyse pek çok erkek çocuğu bilir o halleri… Bir kutu kolanın etrafında birbirlerinin bacağına farkında olmaksızın vuruşan çocuklar… Birinin topa (pardon! Yazarken kendimi kaptırıp gerçeklikten saptım, kutu! Kutu!) çarpsa o topta kaleye girse, ne klas ne teknik bir GOOOOOOOOOOLLLL!!!!!!!!!!!!!! İşte Sergen! Sergen çaktı topu doksana! Adım atışarak kurulmuş takımın 10 dakikalık serüveninde büyük bir coşku, önlüklü küçük veletler birbirine sarılıyor.

Ne heyecan ama!

Akşam annemlere, yok babamlara, yok yok en iyisi ebeveynlerime, gittim; akşam yemeği sırasında televizyonda haberleri takip ediyorlardı. Babam çaktı soruyu:

-ne düşünüyorsun?

-ne düşüneyim, çok fena oldu, Allah allah!

Duymadı heralde beni, tekrar sordu.

-iyi oldu baba, ne anlamı var sormanın, sanki bilmiyorsun cevabımı!

Evet cevabım önceden hazırdı, peki ne hissettiğim?

Açtım, yemeğe oturdum. OBAMA’yı tvde görüyor seviniyordum… bütün gün pek kimseyle sosyalleşmemiştim, pek o sebepten gün içinde tesadüf ettiğim iki üç sefer dışında OBAMA’yı gündemime sokan bir şey yoktu, yetiştirmem gereken derslerim ve bazı işlerim vardı… Ama o iki-üç seferden biri, beni her daim o son sözü söyleyen olmak adına heyecan bozmakla kendi heyecansızlığını yayanlara için için cevap verme haline sokmuştu. O cevabı kendi içimde vermeseydim, TVde OBAMA için sevinenlerle o duyguları paylaşabilir miydim bilmiyorum, ama ben OBAMA’yı TVde, internet gazetelerinde o akşam gördükçe kendimle içselleştiriyor ve o siyahi adamı, kötü politikaların Bush’unda iyi hiç bir şey göremez hale gelmişlikten heralde, sevdikçe seviyor, karizmasına hayran kalıyor, haksızlığa uğrayanların sonunda haklarına ulaşmak için “YES, WE CAN!” sloganları bana bir gelecek vaat ediyor ve benim içimden geçen “YES, WE CAN!”lerle tvdekilerin dudaklarından paylaşılan heyecan benim kalbimi sarmalıyordu! İçimden devam ediyordum:

Yes, we can!

Yes, we can!

Ne heyecan ama!

Sergen’den çakmışsınızdır sevgili “peşindeyiz” okuyanları ben küçükken Beşiktaşlıydım… TVde ne zaman maçı olsa, izler kudurur, çıldırır, maç bittiğinde o maçın kahramanı olan futbolcunun rolüne girer evin antresini İnönü stadına çevirirdim, İnönü Stadı’nın adı da bana büyük bir gurur verirdi, ne de olsa Milli Şef Stadı dile kolay!

Neyse günün birinde cine 5 diye bir kanal girdi benim takımımla arama. Ekranı siyah- gri-beyaz parazitlerle karman çorman ediyordu. Bu illet cine 5, hani dönemin ergenliğe girmekten gurur duyan ya da girmiş gibi yapan erkekleri gece yarısı kuşağını izlemek uğruna iki üç aynayla oluşturulan bir düzenekte çözdükleri palavralarını sıkıyorlardı, ama sıkıyorlar diyorum çünkü o düzeneği kurduklarına inanmadığımdan değil, şifreyi öyle çözemeyeceklerinden J. Neyse, ama yine de maç günlerinde ben cine5 i açıyor ve en azından spikeri dinliyordum. Daha sonra spikerini ağzını ve gırtlağını zımbalamışlardı sanki, artık hakikaten hiçbir şey anlaşılmıyordu maçlardan… Beni takımımdan koparmışlardı, oysaki ben cips paketlerinden çıkan kartlarından her sene kadroyu tamamlardım… Maç özetleri de Pazar günleri geç saatlerde veriliyordu, sabahın 6sında gelen servisim için o saate kadar uyumuş olmam gerekiyordu…

Okulda arkadaşlarımın cine5leri vardı, benim yoktu, onların ailesinden gelen futbol kültürü onların maçlarda sloganları öğrenmelerini sağlıyor, benim öyle bir kültürden gelmemem, maçlara gitmemem, beni şampiyonluk sevinçlerinde onlardan uzakta bırakıyordu… Bir yerde ben hep şampiyon olamayan takımın taraftarıydım ve benim takımımı benden başka pek kişi de tutmuyordu… Burda dile getirmeye çalıştığım şey aslında futbolun cazibesidir, insanları bir araya getirip onları aynı heyecan baloncuğunun içinde olma huzuru ve heyecanını vermesidir, aslında bu insanın en korktuğu şeye, yalnızlığa karşı coşkulu manifestosudur, bu sosyalliğin tutkalı da başka takımlara karşı kendi takımımızdır, Galatasaray’ı Galatasaray yapan Beşiktaş, Fenerbahçe, Arsenal, Manchester United’e karşı Galatasaray olmasıdır. Yapayalnız Galatasaray bişey ifade eder miydi bilmiyorum? Allahım sanki milliyetçilik ne onu anladığım gibi anlatmaya çalışıyorum, ama hayır aslında “kimlik”in ne olduğunu anladığım gibi anlatıyorum, çünkü futbol yok ediş değildir, futbol çeşitlilikleri var ediştir… Çünkü farklılıklara rağmen maçın sonunda karşı takımla üniformaları değiştirmektir futbol, “fairplay”dir, oradaki insanları farklılıklarına rağmen beraber tutan bir gizdir… Ama aynı zamanda aynı takımın kimliği halinde beraberce şarkılar söylemenin, hareket etmenin, bağırmanın heyecanıdır… varolmanın heyecanıdır.

Victor Hugo’nun Les Misérables eserinin İngilizce müzikalini izlemiştim İngilizce, canlı olarak… O zamanlar pek iyi İngilizce bilmezdim ve anlamazdım sözleri çoğunu ama girişi şöyleydi:

bir sürü işçi hep beraber ortak bir marşla giriyorlardı, onların ortak hisleri beni onlardan biri yapıyordu:

Look down! Look down!

You’ ll always be a slave,

look down look down

You are here until you die…

(work song; higlights from les misérables’dan)

Oturduğum yerde, onlardan biriydim, kalbimin atışı onlarınkiyle aynı frekanstaydı… Müzikalin sonlarına doğru dramatik bir sahneden, Jean Valjean ölümüne doğru, devrimin şarkısı müzikalin bütün ölü veya diri kahramanlarıyla bir bütün halinde söylenir:

Do you hear the people sing

Lost in the valley of the night

It is the music of a people

Who are climbing to the light

……

Bir bütünlük halidir, ya da bir varoluş şarkısı; biri bir başkasında var olur ve bilir ki bir başkası da onda var olur şarkı söylendiği sürece… Şarkının sonunda perde kapanır ışıklar yanar, seyirci olan ben ve benim gibiler bize onlardan bir olma heyecanını ucundan tattırdıkları için ayağa kalkar ve alkışlara boğarız sahnelenen performansı…

İşte futbol taraftarı da bu heyecanı ister takımından o heyecanı yaşamalarını, ve futbolcular o heyecanı yaşadıkları sürece taraftarları onların heyecanını tadarak kendi varoluş şarkılarını söyleyerek takımına destek olacaklardır, yani futbolda müzikalden fazlası vardır: Seyirci, müzikaldeki gibi pasif izleyici değildir; yani taraftar, olaya aktif olarak dahil, olayı yaşayan ve aynı zamanda yaşatandır.

seer bana “PEŞİNDEYİZ” için yazar mısın?” diye sordu, ben de kendisiyle böyle bir paylaşımı reddetmek istemedim. Bu vesileyle kendi içimde futbol taraftarlarına olan aslında kıskançlığımla yüzleşme imkânını buldum. Karşılıklı heyecan var olmak demekti ve futbol taraftarları bu heyecanı çok sık yaşamaktaydı, ben ise onların bu heyecanlarına müzikaldeki seyirci gibi pozisyonlanmış ve onlara karşı takdirimi ve kıskançlığımı ayakta alkışlamak, yerine bu yazıyla az çok ifade etmeye çalıştım.

Can Dölek

Hiç yorum yok: