30 Kasım 2008 Pazar

Gezegenin Kralı GALATASARAY...


Bi bu kupa kalmıştı alnmayan, bi japonya kalmıştı destan yazmadığımız..

TEŞEKKÜRLER GALATASARAYIM...

Biz Hep PEŞİNDEYİZ...

Bir gün gelecek; bir gün kalacak !

Askere gidesi geldi herkesin..
M.Kemal, Tolga ve Onur Başkan için inletildi dün gece İstiklal sokakları..
Askere giden tüm kardeşlerimize hayırlı teskereler şimdiden..

29 Kasım 2008 Cumartesi

Okey,Ready,Saldır Cimbom!


30/11/08

TSL

13. Hafta

GALATASARAY
-
Hacettepespor

ALİ SAMİ YEN

19:00

____________________________________

GALATASARAY : 3
-
Hacettepespor : 1

'Milan Baros Milan Baros oleyyy oleyyy oleyyy..'

26 Kasım 2008 Çarşamba

hani körkütük sarhoşken gençliğimizden..

sıkıntıdan patlamak üzereyken, gülmekten yerlere yattım az önce :) 30 mayıs 2007 tarihinde UNI-YK maillistine gelen aşağıdaki maili 1,5 yıl sonra tekrar okuyunca, o günlerde içinde bulunulan durumun tekrar gözlerde canlanmaması imkansızdı. paylaşmakta bi sakınca görmedim ama mailin sahibi bizde saklı kalsın :) noktasına, virgülüne dokunulmamıştır..
***********
"UNI' ye veda bestesiz olmaz diyordukya, bir debelenme ve benden birşey çıktı. melodi, UNI deyince ilk akla gelen olmalıydı bence. yani istanbul deplasman hiç farketmedi melodisi ile. ilk kıta beni dahi benden alıp götürdü. 2.kıta değişmeye gelişmeye fazlasıyla açık =)

sivasta konyada gaziantepteee,
gün oldu karanlık ıssız gecedee ..
bu gece bekleme gelemem diye,
haykırdık cimbombom sırf senin için..

haykırsak son defa duyarlarmı kiii,
hangimiz bir sevdadan galip çıktık kii..
sosyete kızı da siktirdi gitti,
bizim için bu okul burada bitti.."

hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
daha biz kimseye küsmemiş,
daha kimse ölmemişken,
eskidendi, çok eskiden.*
* m.mungan

Git gidebilirsen


Efendim mevsimselmidir yoksa Can Yücel beyefendi bünyeyi ele geçirdi de bizim mi haberimiz yok bilmem ama bu aralar kiminle konuşsam bir gitme isteğinde. Küçük bir sahil kasabasina, bir baska ülkeye, daglara, uzaklara... hayatindan memnun olan yok. Kiminle konussam ayni sey... Her seyi, herkesi birakip gitme istegi. Öyle "yanina almak istedigi üç sey" falan yok. Bir kendisi. Bu yeter zaten. Her seyi, herkesi götürdün demektir. Keske kendini birakip gidebilse insan. Ama olmuyor. Hadi kendimize raziyiz diyelim, öteki de olmuyor. Yani her seyi yüzüstü birakmak göze alinamiyor. Böyle gidiyor iste. Bir yanimiz "kalk gidelim", öbür yanimiz "otur" diyor. "Otur" diyen kazaniyor. O yan kalabalik zira. İs, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu... En kötüsü aliskanlik. Aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor. Kaliyoruz. Kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz. Evlenmeler... Bir çocuk daha dogurmalar... Borçlara girmeler... İşi büyütmeler... "Sirtinda yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardir; evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin. kendi imalatimiz küfeler. ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. ölüm var zira. ölüme inat tutunmak lazim. inadina kök salmak lazim. bari ufak kaçislar yapabilsek. var tabii yapanlar. ama az. sadece kaymak tabakasi. hepimiz kaçabilsek... bütçe, zaman, keyif...denk olsa. gün içinde mesela... küçücük gitmeler yapabilsek. ne mümkün. sabah 09.00, aksam 18.00. sonra baska mecburiyetler. sikisip kaldik. sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali. hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. bir ömür karsiligi bir ömür yani. ne saçma.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Kıtaları birbirine katıpta gelin!


Son nefesinize kadar saldırın aslanlar yüreğimiz sizinle..

22 Kasım 2008 Cumartesi

Sarı Kırmızı Armasıyla Saldır Cimbombom!

22/11/08
.
Ankaraspor
-
GALATASARAY
.
Yenikent Asaş Stadyumu
.
19:00

__________________________________
.

Ankaraspor : 0
-
GALATASARAY : 0

'Peşindeyiz! Heryerde..'

Peşindeyiz'den Aforizmalar 1





Çocukluğumuz üzerine kabus gibi çöken eski kuşaklar, bilinçli yıllarımızı da elimizden almayı başaramayacak. Biz mutlu isek, mutlu olmayı istediğimiz ve bunun için çaba harcadığımız için mutluyuz.

bir önceki yazı için ufak bir extended package..


Bıraktım. Bıraktım. Hepsini, kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım. Ama hiçbiri kendi dünyalarını anlayamadı. Ve bana ölümsüzlüklerin sonsuz acıları kaldı. Ya da sonsuz bağımsızlıkları. Bu kadar duyguyu nasıl taşıyacaktım? Bunca yıl taşımış, bunca büyük kentin onca büyük alanlarında bu yalnızlığıma bir destek aramıştım. Beni yaşamcıl kılmakla en büyük ölümlerin en derin acılarını bana vermemiş mi bu insan olma çabası? Ben, insan olma çabasının sürekli üstüne giden ben? Artık beni benden alsınlar. Atsınlar bir alanın sabah süpürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesine. Bende biraz onlardan olmak istiyorum. Duygularını ölçüleyen, sevgilerini sevmeyen, acılarını acımayan, yollarını yürümeyen, uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan olmak istiyorum. Sevişme isteğinin sonunda tüm aşkları üstleyecek yorulmazlığı değil, yorgunluğu istiyorum bir insanın yürek atışlarında. Ama sessiz gecelerin sonu var mı sanıyorsun? Hayır? Hayır mı? O zaman bir Anadolu bozkırında özlediğin adsız ve sıfatsız ( Zarif? Snob? Dalgacı? ) beni, nasıl oluyor da bir Orta-Avrupa kentinin kalabalık, trafiği yoğun caddesinin orta yerindeki, kahverengi halı döşeli odasında buluyorsun? Çünkü, herkesi, her yerde bulmak mümkün.

Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Durmalı artık bu zihnin dönmedolapları.

21 Kasım 2008 Cuma

''..what we see or seem is (nothing) but a dream within a dream..'' edgar allan poe


"onun dünyasına aşina olmayanlar, rüya görmediği için üzülen bu oyunbaz çocuğun aslında alacalı düşler kadar renkli bir âlemde yaşadığını nereden bilebilirlerdi?"

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim ki aşağıdaki olaylar tamamen gerçek hayallerden oluşmaktadır. Bilenlerin bildiği evin malum soğuk yapısında kıçı uyurken açıkta bırakma eylemi görülen rüyanın iskeletinde normalden daha büyük kaymalar yaratabiliyor.... Birileri söylemişti senin okuduğun kitapları ben seçmeliyim etkileniyorsun diye. Nerdedir acaba şu an? Okuyormudur bunları? Hangi kitapın hangi sözünü en çok sevmiştir acaba?
Neyse bendeniz gene rüyalar vasıtasıyla orbitalin derinliklerinde uçarken bu sefer bir cenazeyle karşılaşıyorum.Dunya bir düştür.evet, dünya...ah! evet, dünya bir masaldır.

Karanlık ama koyu gri bir hava.. Hani şu insanların dışarı çıkmaktan en nefret ettiği hava.. Yağmur henüz yağmıyor ama belli ki dışarıda yakalanılacak olursa sırılsıklam edecek bir hava ve insanlarda belli belirsiz bir telaş ve huzursuzlanma ve hareketlerinde anlamsız bir acele. Yüzlerin neredeyse hepsi tanıdık. Bazı suratlar tanıdık bir anı ancak yıllar var görüşmeyeli ama bizim Mehdi'nin yüzü ortaokuldan hatırladığım kadarıyla olsa olsa böyle bir gençadam olurdu. Onun ne işi var acaba burada.. Diğer bütün yüzler tanıdık ama onun bu insanlardan herhangi biriyle tanışık olma olasılığından öte aynı şehirde bile bulunmamıştır. Y'u görüyorum, Mehdi'ye doğru gidiyor,omuzları çökmüş. Rusya yaramadı bu adama. Bir ara Y'la ortaokul yıllarımızın geçtiği "ötekiler" ve "siz" arasındaki ayrımı karnımıza kadar hissetmemizi sağlayan M.. şehrine tekrar gidelim bir, çocukluğumuzun anılarını kovalayalım. Kışın gidersek naylon poşetle en yüksek tepesine çıkıp kayalım. Şayet ilkbaharsa kağıttan gemi yapıp kanalda yarıştıralım.Dondurmasına.. Mehdi'yi de ziyaret etmiş oluruz hem. Not almam lazım bu fikirde uzayın kozmik derinliğinde kaybolmadan. Neden sonra kalabalığın içinde minik bir kız çocuğu görüyorum, herkesden daha suskun, yüzü allak bullak, titriyor... ''Ben biliyordum'', '' ben biliyordum '' diye mırıldanıyor. Herkesden ayrı üzülüyor sanki bir bildiği var gibi.. Başım dönüyor ve birden bir odanın içerisindeyim ve açık bir bilgisayar var. Siteye giriyorum simsiyah, kapkara bir index. Yataktan fırlıyorum ve kapıyı açtığımda cenaze devam ediyor.. Çocukları arıyor gözlerim voda,patriot,aliyavuz,r@mco,ultras!,mcan hepsi tastamam orada.. Mezara doğru koşuyorum bir ara mcan'ın yanından geçerken ''cenaze merasiminde ölü gömlürken ellerinizi açıp dua okumazsanız bu hareket ya gayrimuslim yada ateist olduğunuza yorumlanır. ama bunun ayrımını yapacak insan evladı yoktur.'' dediğini duyar gibi oluyorum ve birden N... ve D... 'ile karşılaşıyorum. Kireç gibi bembeyaz suratları vardı. Özellikle N... ile ama ikisiyle beraberken karşılaşma fırsatım olduğu için sevindim. Nitekim onları son zamanlarda haksız yere çok kırmıştım ve bundan üzüntü duyuyordum. Yüzyüze söylemekten belki de aptalca bir gururdan sebep çekindiğim şeyleri burda gayette söyleyebilirdim ama böyle aniden olunca ne diyeceğimi bilemedim. Sadece özür dilerimle açıklanacak bir durum değil nitekim. Hem hatalı bir ifadedir. Özür dilenmez, beyan edilir. Özrün kabulü dilenebilir.
Tekrar odadayım.. Siyah indexe korkuyla tıklıyorum ve karşımda bir yazı beliriyor;
ELVEDA
''Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Dokuz yaşıma kadar çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Onüç yaşımla Onsekiz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Onsekiz yaşımla Yirmiüç yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığımı sandım... Yirmidört yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum...Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı.Bırkatım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.''

Mehdi toprak atıyor mezara, sessiz ip gibi akan gözyaşlarıyla.
Bir kadın feryadı işitiliyor, bir kaç hıçkırış
Susarak haykırıyor bazısı, bazısı ise şokta...
Önce sessiz bir şekilde geliyorum günahlarımdan arınmaya çalışarak ve bir çocuk masumiyetinde ilerliyorum, söylediğim yalanlar ve yaptığım kötülükler geliyor aklıma, toparlamaya çalışıyorum yorgun düşmemem lazım, yaptığım şeylerin alt toplamını alıyorum ömrüm gibi karmaşık sayı çıkıyor, zaten düzgün bir şey de beklemiyordum, gözlerim kararıyor ve sonra tam karşılaşacakken kan ter içinde uyanıyorum, banyoya gidip kafamı kaldırıyorum, her şeye rağmen yaşamanın güzelliği geliyor aklıma, içimdeki kötülüklerden kurtularak hayata iyiliklerle devam edeceğimi sesli olarak iki kez tekrarlıyor, sonra susuyorum, tekrar yatmaya gidiyorum başım öne eğik...

"...kendi payıma ben dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. bu yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. sana izin veriyorum, git. git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu adamın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. dünyadan ve onun binbir halinden korkma."

p.s: Bugün bir aksilik olmazsa ölmeyi düşünmüyorum

20 Kasım 2008 Perşembe

ıssız adam..

ıssız adam, modern hayatın yalnızlaştırdığı insanları anlatan, yemekler, anneler, eski şarkılar ve aşk üzerine bir film. metropol kalabalığı içinde yaşarken farkında olmadığımız, kaybettikten sonra değerini anladığımız insanlara, günlere ve daha birçok şeye dair buruk ama yine de umut dolu bir hikaye..

are your memories like mine?



Sanıyorsunuz ki,
kahveniz sıcacık fincanınızda
koltuğunuz; dilediğiniz, arzu ettiğiniz bütün konforu size sunuyor,
elinizde kitabınız, Tezer Özlü,
sayfalarda biriken düşüncelerin, sizi hayatın ne tarafına demirlediğini düşünüyorsunuz,
kelimeler, başlıklardan aradığınız anlamlar,
kalanını okumasanız ne kaybedersiniz,
kayıp,
sokaklarda mı birikmeye başlamıştı ilk,
evinizin sokağı, sokağınızdaki eviniz,
aile; kimden oldunuz? Kimden doğdunuz?
Kaç kişi başladınız kendi hayatınıza?
Kaç kişi kaldınız bu yaşınızda, oysa kalabalıktı haneniz,
suskunluklarınızın müsebbibi, uykularınızın karabasanı,
yalnızlığınızın edepsiz tanrıları.
Koltuğunuzda sızıp kalmaya başladınız bu yaşta,
koltuğunuz tek kişilik, ayaklarınızın dibinde hatıralar,
elleriniz göğsünüzde birleşivermişler, kafanız yana yatık,
göbeğinizin üzerinde ters döndürülmüş bir kitap; kahkaha benden yana
kapağında kitabın umarsızca gülüyor size leke leke insanlar,
uykunuz tek kişilik, ayaklarınızın hatıralarınız, uykulu
ama uyanık, elleriniz terlemiş, okşamaya hatıralar
kaçacak yanınızdan, biliyorsunuz.

Sanıyorsunuz,
kahveniz sıcacık fincanınızda
uyanmaya çalışıyorsunuz hala,
kahveniz su kokuyor, ayılamayacaksınız,
ellerinizin teri kurumuş, yapışyapışsınız,
htıralar ayaklarınızın dibinden yavaş yavaş uzaklaşıyor,
bir sağa yalpalıyor, bir sola, gülemiyorsunuz, sanki çok yorgunsunuz,
göbeğinizde ters çevirip bıraktığınız kitabınız; çocuğu büyüyüp sütten kesilmesi gerektiğinde,
Annesi bekarken ki gibi saklar memelerini, o zaman çocuğun artık annesi yoktur.
Annesini başka bir şekilde kaybetmeyen çocuğa ne mutlu!
Okuduğunuz son cümle hatırlatıyor annenizi, ne zaman ve neden kesildiniz sütten bilememenin ve öğrenemeyecek

olmanın sıkıntısı, sabahın/gecenin körü, körlüğünde,
görünmeyene, bilinmeyene uzak kalmışlığınız, kahveniz daha da soğuyor, artık görünürde değil hatıralar. Pencere açık kalmış,
sabaha kadar bütün kokusu şehrin evin içine dolmuş,
midenizin bulanması bundan olsa gerek, kusmuğunuz şehir tadında,
ayaklarınızın dibinin kiracısı değişti, bir gözü kör hatıralar gören gözlerinizden uzak,
ayaklarınız ekşimiş şehir kokuyor, kalkmak istiyorsunuz, biran önce ayaklarınızı temizleyip,
temiz adımlar atmak istiyorsunuz, o kadar kolay değil bu maalesef!

gölge etme


çocukluğuma sığınarak deplase oldum iç acıtıcı zamanlardan,sorumsuz boşluk doldurmalara...

ve yaktım dönüş biletlerini,sana gelen tüm vasıtaların.

şimdi her neredeysen çek artık ellerini üstümden...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Haftanın Konuğu

Obama! Çarşamba sabahı güne kalktım, yoğun bir gün olacağını bir akşam evvel planlayarak planlı saatte yatmıştım. Umut vaat etmeyen maksadım o planlı saatte uyuya kalmaktı; ama düşünselliğime işleyen disiplin mekanizmaları aklımda oluşan hayal kabarcıklarına egemen olamadı, uykum planlandığından geç geldi yorganımın altında. Sabaha kalkarken alarmı son dakikaya kadar erteleyen insan hali, son kez çalması beklenen alarmdan önce evin bir başka köşesinden açılan TV ile bozguna uğratıldı, ve bütün planlar hayatın kendi sıradan kargaşasında teker teker suya düştü.

Obama’nın seçildiği aklıma TV’nin açılmasıyla gelen ilk düşmeydi, düşünceydi. Ilerleyen dakikalar düşmeyi, düşüncemi, doğrulamış ama pek de bir şey hissetmedim. Okula giden ilk shuttle’ı yakalama kaygısıyla fırladım. Shuttle’da daha öncelerden ekonomi dersini aldığım çok sevimli bir hoca, benim favori gazetemi okuyordu… Biraz “vaay bizim Hoca da TARAF okuyor!“ şaşkınlığı ve aidiyet hissiyle:

-Hocam, Obama kazandı!

-Evet, izledin mi konuşmasını! Ne heyecan ama!

***********************************************************************************

Küçükken okulda kola kutularıyla futbol oynardık. Hiç anlamazdım neden illaki kutuyu ezdiklerini, oysaki daha bir ayağa gelen top gibiydi kutunun kendi hali benim için, ezilmiş haline kıyasla… Neyse pek çok erkek çocuğu bilir o halleri… Bir kutu kolanın etrafında birbirlerinin bacağına farkında olmaksızın vuruşan çocuklar… Birinin topa (pardon! Yazarken kendimi kaptırıp gerçeklikten saptım, kutu! Kutu!) çarpsa o topta kaleye girse, ne klas ne teknik bir GOOOOOOOOOOLLLL!!!!!!!!!!!!!! İşte Sergen! Sergen çaktı topu doksana! Adım atışarak kurulmuş takımın 10 dakikalık serüveninde büyük bir coşku, önlüklü küçük veletler birbirine sarılıyor.

Ne heyecan ama!

Akşam annemlere, yok babamlara, yok yok en iyisi ebeveynlerime, gittim; akşam yemeği sırasında televizyonda haberleri takip ediyorlardı. Babam çaktı soruyu:

-ne düşünüyorsun?

-ne düşüneyim, çok fena oldu, Allah allah!

Duymadı heralde beni, tekrar sordu.

-iyi oldu baba, ne anlamı var sormanın, sanki bilmiyorsun cevabımı!

Evet cevabım önceden hazırdı, peki ne hissettiğim?

Açtım, yemeğe oturdum. OBAMA’yı tvde görüyor seviniyordum… bütün gün pek kimseyle sosyalleşmemiştim, pek o sebepten gün içinde tesadüf ettiğim iki üç sefer dışında OBAMA’yı gündemime sokan bir şey yoktu, yetiştirmem gereken derslerim ve bazı işlerim vardı… Ama o iki-üç seferden biri, beni her daim o son sözü söyleyen olmak adına heyecan bozmakla kendi heyecansızlığını yayanlara için için cevap verme haline sokmuştu. O cevabı kendi içimde vermeseydim, TVde OBAMA için sevinenlerle o duyguları paylaşabilir miydim bilmiyorum, ama ben OBAMA’yı TVde, internet gazetelerinde o akşam gördükçe kendimle içselleştiriyor ve o siyahi adamı, kötü politikaların Bush’unda iyi hiç bir şey göremez hale gelmişlikten heralde, sevdikçe seviyor, karizmasına hayran kalıyor, haksızlığa uğrayanların sonunda haklarına ulaşmak için “YES, WE CAN!” sloganları bana bir gelecek vaat ediyor ve benim içimden geçen “YES, WE CAN!”lerle tvdekilerin dudaklarından paylaşılan heyecan benim kalbimi sarmalıyordu! İçimden devam ediyordum:

Yes, we can!

Yes, we can!

Ne heyecan ama!

Sergen’den çakmışsınızdır sevgili “peşindeyiz” okuyanları ben küçükken Beşiktaşlıydım… TVde ne zaman maçı olsa, izler kudurur, çıldırır, maç bittiğinde o maçın kahramanı olan futbolcunun rolüne girer evin antresini İnönü stadına çevirirdim, İnönü Stadı’nın adı da bana büyük bir gurur verirdi, ne de olsa Milli Şef Stadı dile kolay!

Neyse günün birinde cine 5 diye bir kanal girdi benim takımımla arama. Ekranı siyah- gri-beyaz parazitlerle karman çorman ediyordu. Bu illet cine 5, hani dönemin ergenliğe girmekten gurur duyan ya da girmiş gibi yapan erkekleri gece yarısı kuşağını izlemek uğruna iki üç aynayla oluşturulan bir düzenekte çözdükleri palavralarını sıkıyorlardı, ama sıkıyorlar diyorum çünkü o düzeneği kurduklarına inanmadığımdan değil, şifreyi öyle çözemeyeceklerinden J. Neyse, ama yine de maç günlerinde ben cine5 i açıyor ve en azından spikeri dinliyordum. Daha sonra spikerini ağzını ve gırtlağını zımbalamışlardı sanki, artık hakikaten hiçbir şey anlaşılmıyordu maçlardan… Beni takımımdan koparmışlardı, oysaki ben cips paketlerinden çıkan kartlarından her sene kadroyu tamamlardım… Maç özetleri de Pazar günleri geç saatlerde veriliyordu, sabahın 6sında gelen servisim için o saate kadar uyumuş olmam gerekiyordu…

Okulda arkadaşlarımın cine5leri vardı, benim yoktu, onların ailesinden gelen futbol kültürü onların maçlarda sloganları öğrenmelerini sağlıyor, benim öyle bir kültürden gelmemem, maçlara gitmemem, beni şampiyonluk sevinçlerinde onlardan uzakta bırakıyordu… Bir yerde ben hep şampiyon olamayan takımın taraftarıydım ve benim takımımı benden başka pek kişi de tutmuyordu… Burda dile getirmeye çalıştığım şey aslında futbolun cazibesidir, insanları bir araya getirip onları aynı heyecan baloncuğunun içinde olma huzuru ve heyecanını vermesidir, aslında bu insanın en korktuğu şeye, yalnızlığa karşı coşkulu manifestosudur, bu sosyalliğin tutkalı da başka takımlara karşı kendi takımımızdır, Galatasaray’ı Galatasaray yapan Beşiktaş, Fenerbahçe, Arsenal, Manchester United’e karşı Galatasaray olmasıdır. Yapayalnız Galatasaray bişey ifade eder miydi bilmiyorum? Allahım sanki milliyetçilik ne onu anladığım gibi anlatmaya çalışıyorum, ama hayır aslında “kimlik”in ne olduğunu anladığım gibi anlatıyorum, çünkü futbol yok ediş değildir, futbol çeşitlilikleri var ediştir… Çünkü farklılıklara rağmen maçın sonunda karşı takımla üniformaları değiştirmektir futbol, “fairplay”dir, oradaki insanları farklılıklarına rağmen beraber tutan bir gizdir… Ama aynı zamanda aynı takımın kimliği halinde beraberce şarkılar söylemenin, hareket etmenin, bağırmanın heyecanıdır… varolmanın heyecanıdır.

Victor Hugo’nun Les Misérables eserinin İngilizce müzikalini izlemiştim İngilizce, canlı olarak… O zamanlar pek iyi İngilizce bilmezdim ve anlamazdım sözleri çoğunu ama girişi şöyleydi:

bir sürü işçi hep beraber ortak bir marşla giriyorlardı, onların ortak hisleri beni onlardan biri yapıyordu:

Look down! Look down!

You’ ll always be a slave,

look down look down

You are here until you die…

(work song; higlights from les misérables’dan)

Oturduğum yerde, onlardan biriydim, kalbimin atışı onlarınkiyle aynı frekanstaydı… Müzikalin sonlarına doğru dramatik bir sahneden, Jean Valjean ölümüne doğru, devrimin şarkısı müzikalin bütün ölü veya diri kahramanlarıyla bir bütün halinde söylenir:

Do you hear the people sing

Lost in the valley of the night

It is the music of a people

Who are climbing to the light

……

Bir bütünlük halidir, ya da bir varoluş şarkısı; biri bir başkasında var olur ve bilir ki bir başkası da onda var olur şarkı söylendiği sürece… Şarkının sonunda perde kapanır ışıklar yanar, seyirci olan ben ve benim gibiler bize onlardan bir olma heyecanını ucundan tattırdıkları için ayağa kalkar ve alkışlara boğarız sahnelenen performansı…

İşte futbol taraftarı da bu heyecanı ister takımından o heyecanı yaşamalarını, ve futbolcular o heyecanı yaşadıkları sürece taraftarları onların heyecanını tadarak kendi varoluş şarkılarını söyleyerek takımına destek olacaklardır, yani futbolda müzikalden fazlası vardır: Seyirci, müzikaldeki gibi pasif izleyici değildir; yani taraftar, olaya aktif olarak dahil, olayı yaşayan ve aynı zamanda yaşatandır.

seer bana “PEŞİNDEYİZ” için yazar mısın?” diye sordu, ben de kendisiyle böyle bir paylaşımı reddetmek istemedim. Bu vesileyle kendi içimde futbol taraftarlarına olan aslında kıskançlığımla yüzleşme imkânını buldum. Karşılıklı heyecan var olmak demekti ve futbol taraftarları bu heyecanı çok sık yaşamaktaydı, ben ise onların bu heyecanlarına müzikaldeki seyirci gibi pozisyonlanmış ve onlara karşı takdirimi ve kıskançlığımı ayakta alkışlamak, yerine bu yazıyla az çok ifade etmeye çalıştım.

Can Dölek

Güle Güle Koca Adam..


Mekanın cennet olsun..

18 Kasım 2008 Salı

Neden


serin bir rüzgarla başladı asla olamayacak biri için sebepsiz gereksiz ve manasız bir hırçınlığa bulaşmam. akşam üstü yağmur getirecek tatlı bir serinliğe sahip bir rüzgardı. camdan sokağı seyrediyordum. yüzüm ellerim saçlarım herşeyim ama herşeyim oradaydı. oysa ki kimse saçlarını bu nemli rüzgara teslim etmek istemiyordu. 2 çingene, içine ipekler, bardak, fincan takımları, ezan okuyan saatler, bıçak setleri, yine de en çok ipekler sığıştırdıkları bohçalarını kaldırıma koymuş sigara içiyordu. evlere buyuredilen çingenelerdendi bu ikisi. hani daha çok bohçacı kadın dediklerimizden. her zaman isimleriyle çağırdıklarımızdan. bohçacı hanife, bohçacı emine gibi. o gün tam olarak neden bu kadar kötü hissettiğimi hatırlamıyorum. herşeyin bir anda olacağına dair kusursuz bir saplantım vardı hep. aslında bir daha düşününce o gün kötü hissetmediğimi anlıyorum. çok hüzünlüydüm. bazı muhtemel güzel şeyler asla başıma gelmeyecek gibiydi. adını kim tam olarak koyabilir bilmiyorum. ama ben değilim bu kesin en azından. hüzünlü değildim. üzgündüm sadece. üzgün.
soru soruldugu anda
avucunun icindeki girdapta dönüp duruyorsun iste..
halbuki

neden olana "neden?" diye sorulmaz...

söylemez ki... ve yapılailecek en büyük hata neden sorusunu neden olmayanlara sormak olabilir..

17 Kasım 2008 Pazartesi

1984-....


Bu kadar çabuk pes etmeyecektik Koca Adam.. Daha 2 gün evvel msn de söz vermiştik 28 Aralıkta Altay maçında omuz omuza olacağımıza dair. O güne kadar iyileşeceğimize söz vermiştik..
Bu kadar çabuk yalnız bırakmamalıydın bizi..
BAŞIMIZ SAĞOLSUN...

Başımız Sağolsun..

.
Bireysel silahlanmanın tavan yaptığı ülkede,
armanın peşinde giden sevdalıya sıkılan kahpe bir kurşun,
yitip giden gencecik bir can..

Karşıyaka'lıların ve tüm tribünlerin başı sağolsun..


15 Kasım 2008 Cumartesi

Aşka Ve Terke Dair..


Öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki ne sevebilir ne terk edebilirsiniz.Kör kütük bağlanmışınızdır aslında.En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır.İç çekişmelerinizin nedeni, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.Göz yaşlarınız da, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır.Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır.sınırsız ve nihayetsizdir.Ölmek var dönmek yoktur.Gün gelir anlarsınız, içten içe bir şeylerin kanadığını.Tutkulu sevdaların gizli hançeri başlar parıldamaya...Orasından burasından eleştirmeye koyulursunuz,şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...Başkalarını örnek göstermeye, "bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız.Aşkınızın gözü kör değildir artık.Yanlışını görür düzeltmek istersiniz."eskiden böyle miydi ya...."diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı.Açıldıkça bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltınızdan.Böyle sürmeyeceğini bilirsiniz, değişsin istersiniz.o, sevgisizliğe yorar bunu... İhanete sayar...Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür."Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler.Bir zamanlar bir gülücüğüyle, alacakaranlığı ısıtan o rüya,bir kabusa dönüşür birden...Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size...Hoyrattır bakmaz yüzünüze, zehir akar dilinden, konuşturmaz.Suçlar, yargılar, mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı. siler sizi defterden..."İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz dinletemezsiniz.Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz ama böyle de sevemezsiniz.İhanetten kırılmıştır kaleminiz, severek terk edersiniz...."madem öyle"nin çağı başlar ondan sonra.Madem ki siz böylesine tutkun iken o hep başkalarını seçmiştir,madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde günah sizden gitmiştir.Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece....Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre.Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni...Ansızın kulağınıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından,süzülüp gelen bir korku hatırlatır onu yeniden.Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder, ağlarsınız.Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi,yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi...Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız...Sular kulağına fısıldasın diye..Dönüp, "seni hala seviyorum" diye bağırmak gelir içinizden....Dönemezsiniz.görmedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu.Ne onunla olur, ne onsuz...Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,hem "ne olacak sonunda" kuşkusu.Böyle sevemezsiniz,terk de edemezsiniz.sürünür gidersiniz!...

''İçten gelen duygulara tercüman olan,isyanları,haykırışları sayfalara döken üstada selamlar olsun bir kez daha..''
Peşindeyiz! Can Dündar

13 Kasım 2008 Perşembe

Kupalara Layıksın Sen..

13/11/08

Fortis Türkiye Kupası
2.Maçı

GALATASARAY
-
Kayserispor
.
ALİ SAMİ YEN

20:00
_________________________________

GALATASARAY : 1
-
Kayserispor:0

'Şanlı GALATASARAY'

10 Kasım 2008 Pazartesi

Teşekkürler

benim yazmak istediklerimi 3 aşağı 5 yukarı yazmış etrafta'dan elit milli. 
aynen yapıştırıyorum. 
(paranteze alınanlar benim eklediklerim.)

Her ne kadar ölümünden sonra ortaya çıkan Kemalizm/Atatürkçülük adlı katı modernist ideolojiyi anakronik (aynı zamanda da inceden histerik) bulsam, toplumdaki Atatürk histerisi (de ideolojinin histerik olmasının sonucu gibi geliyor) ve “personality cult” durumundan rahatsız olsam da kişisel olarak kendisine pek çok şey borçlu olduğumuz insan Mustafa Kemal’e huzur içinde yat demek geldi içimden. Atatürkçülerin söylemeyi çok sevdiği gibi “bugün hayatta olsaydı”, onların umduğunun tam aksine (her ne kuruyorlarsa kafalarında, işte o olmazdı demek istiyorum kısaca) dünyanın 70 yılda ne kadar değiştiğini görür ve heyecanlanır, o zamanki fikirlerinin kifayetsiz bürokratlar ve politikacılar tarafından dogmalaştırıldığını gördüğünde onlara kızar ve kurduğu ülkenin özgürlükler, insan hakları, bilim, eğitim, spor, kültürde 85 70 yılda bir arpa boyu yol katedemediğini farkettiğinde de çok üzülürdü diye düşünüyorum. Teşekkürler, huzur içinde yat.

Peşindeyiz Arda Turan!


semih'in (aslında bakarsanız pek de iyi tribün yapamadığımız bir günde, 50bin kişi susturamadı ben susturayım demek için mi, nası koydum sizin sahanızda apışıp kaldınız demek için mi yoksa eskiden gol sevinçlerinden sonra köküne kadar ağzına soktuğu parmağını sokacak yer bulamadığı için mi bilemiycem artık) bize sus çekerken olmaya çalıştığı delikanlının -yaradılıştan, zorlamadan- ta kendisi olduğun için...

çoğunluğun gazına doğru açtığın yelkenlerin seni sürüklemesiyle ne yapacağını şaşırdığından değil, azınlığın bir ferdiyken sana tellerin gölgesinden sövenlerin ta yüzüne ilettiğin için meramını...

ve o teller olmasa üzerine yürüyormuş gibi yapmayı bile götü yiyemeyecek olan zibidilere tellerin arkasından sallamanın kolay olduğunu sakin sakin söyleyebildiğin için...

peşindeyiz arda turan!

fenerbahçe tribününde senin 'hepinizi' diye işaret ettiğin, yıllardır her türlü şerefsizlikle takımlarını destekleyen (!) kısmına değil de, senin yoldan çıkmış bir genç oluşuna dair götlerinden uydurdukları alametlere işaret eden her parmağın bir gün olması gerektiği gibi senin adamlığın ve yeteneğin karşısında ısırılması umuduyla...


Peşindeyiz


Anladım ki hiç kimse sen değil...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Geliyoruz....





Sarayın beyefendileri Papazın Çayırında!

7 Kasım 2008 Cuma

bitti..


-bazen-
"baslayan neydi ki" sorusuna gebe,
-bazen de-
hic beklenmedik anda indirilen "oldurucu" darbe.
soylemek cok kolay olmasa gerek
hele yazabilmek...
ama duymak hepsinden beter
-hele okumak-
ölümden bile...

anlamını tüm ağırlığıyla taşıyan bir kelimedir bitti... senden nefret ediyorum

hani şu kavgalara serpiştirilen "senden nefret ediyorum"la başlayıp "seni bir daha görmek istemiyorum"la biten yüzlerce cümlenin hepsinin bir geri dönüşü olabilecektir, zaten o yüzden uzun uzun kuruluyordur cümleler; hep "derdini anlatabilme" durumu vardır içten içe...

ancak ne zaman ki biter gerçekten, yani kelimenin tam anlamıyla biter, o zaman hiç medet umulmaz uzun cümlelerden, gerek duyulmaz birşeyleri kurtarma çabasına... ve bütün yük bir tek kelimeye yüklenir:

"bitti"...
o kadar...
artık daha fazlasının önemi yok...

5 Kasım 2008 Çarşamba

Gitme Vakti..


Çekip gitme psikolojisinin yerleştiği anlarda seni tutacak birşey bulamazsın malum zamanlarda.İçtiğin rakıdan aldığın tat anlık olur çokça.Sana keyif verdiği zamanlardan sonra kedere boğuluşlarını görürsün içtiğin her kadehte.Olanca kalabalığın içinde yapayanlız güzel düşler kurarsın.Kimse seni anlamaz,hayatın keşmekeşinde kaybolursun.Gördüğün,yüzyüze geldiğin her anda içindeki o masum sevinç kahreder aslında seni.Bir gülüşüne,bir sözüne dünyayı yakacağına inandığın kişi çok uzaklardadır aslında.Başka sevdalar peşindedir.Böyle ayrılık olmaz'ı dinlerken playlistten acı duyarsın olmayan beraberliğine.Acıdan zevk alan bunyene bır gunun daha ızdırabını eklemişindir.Koşmak istersin koşamazsın,gitmek istesen bile acılarının ardından geleceğini bilirsin.Çok mu zordur haykırmak?Koca bir sezon deliler gibi gırtlagını yırtarken,an gelir anlamsızca susarsın.Seni anlamayan,anlamayacak olana isyanın vardır aslında.Söyle,kus içindekileri.Ama nerde..İçindeki hiçbirşeyin değişmeyeceği hissi öldürür seni.Kaybolup giden yıllardır hayatının resmi.Çatlak sesli bir dostunun rakına eşlik ederken dudaklarından dökülen bir cümleyle kaybolursun.' Biz çok sevdik be abi!'...

Hatalarımız çokçadır belki.Ama uğruna hayatımızı koymak istediklerimiz için silinir gider hepsi bir kalemde.Herkesin vazgeçirmeye uğraştığı sevda yolunda katettiklerin senin doğrularındır.İnandıklarının yanlış olduğu gün şehirden sessizce gidişin kaçınılmazdır.Ve bugün kaçınılmaza doğru sürüklenişinin başlangıç günüdür...

Ayrılıkların,terkedişlerin,gitmelerin dahil olduğu sevdalara isyanla..
ultras!

2 Kasım 2008 Pazar

Tembel bir Pazar Günü Yazısı




Garip olaylar, kişiler ve mekanlar şeridi halinde geçen haftasonu trafiğinde pazar günü erken kalkmış bulunmaktayız.. Akıllarda maç var ancak sosyal hayat ve kapital sistem gerekliliklerinden bu haftayı simulate tadında geçirmek zorundayız... Uzun zaman sonra Pazar günümüzü maç varken maç almayınca akıl eski günleri yad eder oldu.

pazar günleri çocukluk ve okulla ilintili olarak insanı boğan bir iç sıkıntısının diğer adıydı. annemin okul kıyafetlerimizi ütülediğini bu yüzden bütün evin ütü koktuğunu, uyumaya çalıştığım halde bir türlü uyuyamadığımı, uyuyamadıkça daha da çok endişelenip kendimi yiyip bitirdiğimi, diğer odadan gelen 32.gün tarzı trt1 günlerine ait program seslerinin sıkıntıma tuz biber ektiğini hatırlarım.

pazar günü idam olmayı beklemek gibidir, ertesi gün okul/iş vardır, sistemin bütün dişlileri seni içine alıp öğütmek için bekler ertesi günü, pazar senin son isteğindir, idama giderken yürüdüğün son koridordur. işte bu sebeple hem hemen bitsin istersin beklemenin bunaltısı bitsin diye, hem de hiç bitmesin istersin sanki kaçış var gibi; sonuçsa tabi ki insanın boğazına sarılıp onu bırakmayan sıkıntıdır, geçen her dakikayı zehir eden endişedir.

Tezer Özlü de pazar günlerini sevmez, onun varoluşsal derdinin bir parametresidir belki pazar öğledensonralarında vücut bulmuş küçük burjuva hayatı. şöyle der tezer özlü pazar için:

"pazar günleri... şimdilerde...Tezer Özlü de sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek.......... isterim hep."

bir pazar günüydü beni sana bağlayan
bir şizofreni kokusunu düşünmeye çalışıp da yalnızca yağacak yağmurun kokusunu duyumsamak...