01.03.2009
@Konya
Koltuk üstü bayık bir Trt1 gecesi ilgi çekmeyince, toplu bir atraksiyon isteği bedenleri Beyoğlu'na iteledi. Hava kararalı çok olmamış, Eloy dolaylarında atkılı birtakım şahıslar kolgezmekte. Normal insanlar geçen vakitle beraber azalmaya, mekanda göze batan kırmızı renk koyulaşmaya başlıyor. Peşindeyiz nüfusu da kalabalık. Atmosferde oksijen iyice azalınca arka köşe göze kestirildi, yarı görüş açısı da pas geçildi. Dillerde tutturuldu bin türlü beste. Zaman, bardakların geliş gidiş hızını geçmeye başladığı vakitlerde maç başladı. Harry Kewell'ın kaçırdığı golde öyle istendiğinden midir, algıda kayma mıdır, zaten ekrana tam hakim olamıyor olmamızdan mıdır bilinmez gol diye yıkıldı ortalık. Akabindeki kornerde 2 geliyor 2 başlamıştı bile. Bildiğin rezil olduk, o an sokaktan geçenler eve gidince skoru garipsemiştir. Baros'un pozisyonda Oğuz Sarvan es geçilmedi, olaya Sarkozy bile müdahil oldu sonradan. Golsüz devre arası merasimi sessiz geçmiyor, Andaç abi her türlü besteye uyarlanıp alkol tahriğine maruz kalıyordu. İstek yerine getirildi, şen ola peşinde şen ola. İkinci yarı Nonda oyunda, hayat onda ama üçüncü bacağı oyuna etki etmiyor. Pek hafızalarda yer etmiyor bu devre ama istediğimizi alıyoruz gibi.
Bu uğursuz takımı yenme sorunsalını televizyon başında olmayacağımız bir güne, haftaya bırakıyoruz. Maçtan sonra selamlamalar, sabahlamalar eşliğinde ortam boşalıyor ama gidecek yeri olmayanlar sabit. Anlatılmaz kederde Türk sanat müziği tadında çevirimler bir ufak pencereden çıkıp Beyoğlu'nda yankılanıyor. Avantajlı skorun etkileri yine de mevcut, mutlu hal makaraya yansımış vaziyette; vodafone ansızın gelişen ataklara kafa kesme işaretleriyle cevap vererek yetiniyor. Bir gün çıktı geldi o voda'yım ben diye ama biz onu her haliyle seviyoruz. Dağılın ulan kalıbı çıngırdayınca usulca uzaklaşıyoruz yine döneceğimiz yere, ruhsal olumluluğa okul ve iş vaziyetleri duvar gibi çarpıyor elbet yolun sonunda.
Korkmadan yürüyoruz!
TAÇSIZ KRAL METİN OKTAY
TEK AŞKIYDI GALATASARAY
SENİN GİBİ CİMBOMLUYU
UNUTUR MU BU TARAFTAR..
14/02/2001
Başlıktaki takım ibaresinin başına getirilmiş sıfat aslında bu seneye ait sayılmaz. Geçen sezonda kalan, elde mumla aranan ruh. İçinde ne Şaziye Karslı'yı, ne wnba süperstarı denerek namı yürütülen 40 yaşında şutlanan bir Taj'ı, ne de sayı kralı Augustus barınırdı.
Bir branş da bir senecik yüzümüzü güldürmeye görsün, akabinde saçma sapan işlerin beşiği haline geliveriyor. Değer diye bir kavram lugatına girmemiş, eski nazi kampı bekçisi olduğu rivayet edilen Ahmet Dedehayır, takımın başındaki Cem Akdağ'a iki gram saygı göstermeksizin ''biz zaten 3 aydır Zafer hoca ile görüşüyorduk'' diyebilen Mihriban Oğuz ile lastikleri patlamış halde yokuş aşağı inen bir ekip. Şişire şişire patlama noktasına gelen kadro ve kaptanlık savaşları. Bu sezon namağlup şampiyon oluruz diye kandırılan bir avuç taraftara layık görülen anlamsız mağlubiyetler, geçen sene 30 sayı fark atılan takımlara karşı zoraki galibiyetler.
Pankarta konu olan muhterem hakkında edecek kelam çok olmakla birlikte, söylenenlerin havada kalacak olması olasılığının yüksekliğinden, somut eylem gerekliliği ortada. Yeryüzünde kalmış son antrenör muamelesi bir yana, ligdeki en büyük rakibinden gubidik bir ayartma program etmek bu klübün stili değildir. İşte planlama böyle olursa, o bir avucu da kaybedersin elinden. Onlar sana der ki gerekirse koşmayalım zaferlere, yeter ki ödün verilmesin öğretilerden. Kaldı ki zafere giden her yol da mübah değildir pekala, yürüdüğün dosdoğru bir yol vardı zaten halihazırda; ne demeye bozarsın belirsiz.
O tribün bugünlerde haykıramayacaksa bangır bangır istifa diye, sormak da hak bize o vakit; boşuna mı gidildi acaba Burhaniye'ye, Mersin'e diye kendi kendimize. 3 gün önce gözlerimizi kana bulayıp savaştıklarımızı şimdi bağrımıza basmamızsa beklenen, çabalar boş yere bu defa gözleri kapatmak fayda etmez.
Futbolun şampiyonlar ligi diye niteleyebileceğimiz kupaya katılım hakkı varken, anlayacağımız dilden uefa kupası'nı almak için alalade takımların ağırlıkta olduğu bir turnuvadayız şimdilerde. Gazetelerin ufacık küpürlerinde dürbünle görülebileceği üzere çeyrek finale yükseldik, oradaydık elbet, yine salonda, kırgınca.
Sen de başını alıp gitme ne olur!
Bir kızı dahi sevmemişken henüz. Sonu daimi hüsran olacak çapkınlıklara da başlamadan önce. Hani çocukluğun tam ortasındayken. Maçları ancak evde seyredebildiğin, o 'şu saatte yatacaksın'ları delmek için binbir yalvarma seansına girip çıkarken. Sende bizi vurgunlayan birşeyler vardı illa ki. Olmalıydı da. Gençlik gereği önermeye uygun düşmek lazımdı, fenomenlerin olmalı, örnek alacakların olmalı, neredeyse tapacakların. Hangi takımlısın sen sorusunun cevabının verilecek çikolataya endeksli olduğu vakitleri çokça yıl geçmişken.
İşte tam da o zamanlardı.. İleride hayatını sikecek renklere dair birşeyler bilmek lazım gelirdi, Ali Sami Yen, Metin Oktay, gençlik işte öğrenme hızlıca ilerliyordu. Sonrasında gelen yeni bir yabancı. Sözleşme imzaladığı masada yanında saçları hafif ak biri var, yaklaşık 10 sene sonra düşman belleyeceğin. Senin sevdiceğine lanetli yıllar yaşatacak, onunla geçen karanlık günlere inat diye bulanık sularda boğulacağın. Hagi, haci, hacı? İsmi miydi bu adamda bana ilginç gelen? Yoksa hani sonraları bir türlü içimden atamadığım utangaçlığı mıydı kendimden birşeyler bulduğum? İlginçti, o bendendi artık sebepsizce.
İşte tam da o zamanlardı.. 'Eh işte'den hallice bir geçim savaşında, henüz herşeyi tam da kavrayamamışken. 31 yaşında topçu mu olur diyenlerin eline, Van'da frikiği çakıp ilk kez verirken.
İşte tam da o zamanlardı.. Babası öldüğünde, canımdan birşeyler kopmuşcasına sarsılmışken. Uzattığı sakalı kesmesini şafak gibi beklerken. Yastayken çıktığı maçta 10'a bir kez daha hayran olurken.
İşte tam da o zamanlardı.. Heyecandan titreyen ellerimi kimse görmesin diye saklarken. O, Kopenhag diye bir yerde yine sanatını icra ederken. Dakika 95 olup, maç uzadıkça uzarken ve orospu çocuğu Adams yere düştüğünde yankılanan 'Neden Hagi' sesleri başları öne eğerken.
İşte tam da o zamanlardı.. Bütün kupaların abonesi olmuş o takımın kuyusunu kazmaya çalışanların yüzüne tükürürken. Sahada o delirmiş yüreği zaptedemeyenlerin arasından sızıp, satılmışlara isyan ederken. Toroğlulara, Çakarlara, Ersoylara siktiri çekerken.
İşte tam da o zamanlardı.. Kederli bir bahar akşamında, Kapalı'ya yine güneş vururken. Omuzlar üstünde futbola veda ederken. Son basın toplantısında o güleç yüzünü futbolcu olarak göremeyeceğimi dehşet içinde ayırtederken. Seni canlı izlemeye doyamamışken.
Üç sene sonrası.. Sahadaki 10'un teknik direktör olarak takımın başına getirildiğini öğrenip havalara uçarken. Sarı kırmızı, 'kutlu' yılında düşe kalka yürürken. Galatasaray'ın taraftar, yönetici, yazar ne kadar ibnesi varsa onun adını kirletmeye yeminlenmiş, onu hırsız bellemişken.
O zamanlardı işte.. Kısa süren rüyaya imza mahiyetinde afilli bir sonu oksijensiz solunum yapanlar çizerken.
Futbolcu, teknik direktör yada sadece bir Hagi'yken.. Seni fütursuzca sevdim ben bir kere. Siklemedik gayrisini, ötesini, berisini; çok sevdik.biz!
Şimdi doğum günün gelip çatmışken.. Seni hatırlamanın Galatasaraylılık vaciplerinden biri olduğu şu zamanlarda, doğum gününde hatırlıyorsan bazen seninle geçen günleri, bil ki seni unutmayanlar var.
İyi ki doğmuşsun Hagi. ''Galatasaray'ın olduğu her yerde umut vardır'' deyimini şu yitik yüreğimize kazıdığın için.
El Comandante Hagi!
Gidişimize ağlarcasına yağan yağmurla terk ettik şehri arkamızda bırakıp. Yol yine uzundu. Hava şartlarının olumsuzluğu söyleniyordu hep zaman zaman gördüğümüz kar yığınları bunu haklı çıkarır durumdaydı. Yaşlanmış, yorgun otobüsten gecenin yarısı sessizliği delercesine çalan bir şarkı döndü durdu hep ' Metrisin önünde durdum..' Her çalışında, her bir cümlesinde dahada içeriye gömdü bizi. Uyku ile uyanıklığın arasında kulağa gelen Ahmet Kaya'nın nice nağmeleriyle öğlen saatlerinde gözüktü Denizli tabelası. Dışarıda bahardan kalma bir günü andırırcasına parlayan güneş vardı. İlk istikamet Pamukkale. Geçen yıl tepesine çıkılamayan traverten özlemi bu yıl ne koşulda olursa olsun gerçekleştirilmeliydi. Yol yorgunluğunun ve güzel havanında etkisiyle çimlere yayılan,ayaklarını yıkayan,uyuyan,mangal yakma telaşı içinde olan 2 otobüs dolusu adamla güzel bir cumartesi günüydü Pamukkale'de. Uzakta yine gözüken travertenler vardı. Bu sefer geçen yıl siktir et bişey yok orada diyenlerin sözlerine hak verircesine vazgeçtim o sevdadan.
Şehir girişinde emniyet güçlerinin 17.00 civarında stada hareket edilecek söylemlerinden sonra o saatlerde otobüslere doğru hareket ettik. Sevgiliye ulaşmaya sadece 20 km vardı. Emniyet güçlerinin eskortu ile stada doğru yol aldık yavaş yavaş. Geçen seneki otobüslerin yanaştığı girişin aksine tam karşı tarafta Denizlispor'lu taraftarların içinden geçiyorduk bu sefer. Bizim aklımıza bile gelmedi niye buradan geçiyoruz diye. Emniyetin her zamanki emniyeti sağlama çabalarındandır diye üzerinde bile durmadı kimse. İlk otobüs olarak önden giren araca kenarda el, kol, salya, sümük ve türlü şaklabanlık yapmaya çalışan Denizlililer, işi çığrından çıkarıp anadolu şehirlerinin kendine özgü taşlama sanatını icra etmeye başladılar. Kırılan camlarla o rezil kalabalığa hücum edişimiz anlık oldu. Arkadaki otobüsün kapılarının açılmaması dolayısla camlardan çıkanlarla birlikte geri vitesin bol olduğu şehrin genç çocukları ellerine gelen taşları fırlatmaya başladılar. Yakalanabilen, tutulabilenlere gereken yapıldı. Gerisi zaten emniyet güçleriyle bizler arasındaydı. Zaten aklı mantığı olan hangi insan düşünebilirdi o tip bir grupla, o otobüslerdeki insanların karşı karşıya gelebilme olasılığını? Şayet gelse neler olabileceğini?
İşin bir de basına yansıyan dayak yiyen kameraman boyutu vardı. Orada emniyetin yaptığı yanlış güzergah seçimi, otobüsleri taşlayan Denizlililer falan sanki olayın içinde hiç yokmuşcasına değinilmeden teğet geçildi. Evet, ortada yaralanan bir kameraman vardı. Fakat herkes yaptığına önce bir bakacak sonra söylenmeye başlayacak. Olay anında yüzüne taş isabet eden bir insanın içinde bulunacağı sinir harbini de hesaba katarsak irrite edici bir şekilde kamerayı gözünün içine sokmakta yanlışın önde gidenidir.Ondan sonra dayağı yemende kaçınılmazdır. Her neyse basın yazsın yazacağını, yalan yazmak onların işi nasıl olsa..
Yaşanan olayların yatışmasından sonra emniyet mensuplarının herkesi hızla içeri alma çabası Denizlispor yönetiminin 60 ytl üzerinden belirledıği bilet fıyatlarının da kıçına girmesiyle sonuçlandı. İstanbul sesleriyle şaşkın şaşkın bakan Denizliler arasında, tribünde yer alındı.
Ve sevgili göründü çimlerde. Herkesin yüzündeki o mutlulukla haykırarak başladı nağmeler. İnsan deplasmana gidince karşısında tribün görmek istiyor her manada. Ama Denizli'de koreografi yaparcasına çekirdeklerin paketten alınması ve ağıza götürülmesi hareketi binlerce kişi tarafında büyük bir özveriyle gerçekleştiriliyor. Zaten bu görüntünün haricinde bir de numaralı tribünde osteoporoza girmiş topluluğun arada gençliğini hatırlayıp şişe atması var başka da bir şey yok. Oynanan iyi futbol, istekli mücadele ile zorlanmadan 2(iki) güzel golle yola devam edildi zor günlerin ardından.Alınan galibiyet ve güzel tribün bünyeleri rahatlatmıştı. Dönüş vaktiydi artık. Şehir çıkışında geçen seneki gibi taşlanma beklentisi bu yıl gerçekleşmeyince hayal kırıklığı oluşturdu tüm insanlarda. Yol bizler için ikiye ayrılmıştı yine. Kısa süreli ayrılıkların başlama ve bitiş günleriydi deplasmanlar. Yine öyle oldu. Bir yanımızı İstanbul'a, bir yanımızı İç Anadolu'ya yollayıp usulca sessizliğe gömüldük..
.
Ne yeminler bozduk senin için Cimbom,
Sen çağır yeter biz hep
PEŞİNDEYİZ!